Dr. Öğretim Üyesi İlkay NİŞANCI
10 Şubat 1948’de Eisenstein bir mektup yazmaya başlar. Mektubu yazarken kalp krizi geçirir ama halen karalamayı başarır: “Şu anda kalp krizi geçiriyorum. İşte el yazımdaki iz.” Sabaha doğru da ölür. Onun ne kadar batıl inançlı olduğunu bilenler naaşını 13’üncü Cuma günü saat 13.00’e kadar Sinema Evi’nde yatırırlar ve ardından Eisenstein Novodevichy Mezarlığı’na gömülür. İşte böylece sinema tarihinin en büyük kuramcılarından ve yönetmenlerinden olan Eisenstein’ın sanat macerası kendisi için sona ermiş olur. Ama bizlere öyle geniş bir “sürekli birbirini iteleyen düşünceler zinciri” bırakmıştır ki sanırım var olmak bu olsa gerek.
Sinema okuyan ya da sinema üzerine düşünen bizler için bu var oluş öyle bir meseledir ki “ne diyor bu adam?” dediğimiz onlarca diyaloğa tanık olmuşuzdur. Bunun iki önemli nedeni var: İlki gerçekten onu bir tanıma, bir kalıba sokmanın zor olması ya da kısaca pragmatik (tedavisi zor bir sosyal bilimler hastalığı) bir şekilde düşüncelerinin tek bir çıktıya indirgenememesidir. Onunla beraber bir yolculuğa çıkmanız gerekir ve bu yolculuk sırasında bol bol yanılgıya, hataya düşersiniz. Düşe kalka, bazen bir sayfanın diğer sayfayı çürüttüğü düşüncelerin içinde kaybolursunuz. Bu tıpkı orman içinde yürüyüş yaparken birden sis basması gibidir. Eğer onun coşkusu içinize bulaşmışsa birden evin yolunu bilen köpeğinizin sesini duyarsınız ve onun kuyruğunu tutarak yolu takip etmeye başlarsınız. Ancak burada bizim için ikinci bir engel kendini gösterir. Kuşkusuz size yol gösterenin dilini anlamanız gerekir. Çeviriden söz ediyorum. 2010 yılında kaybettiğimiz değerli sinema yazarı Nijat Özön bize öyle öz Türkçe metinler bırakmıştır ki zaten takip etmesi zor olan bir düşünürü anlamak hepten zorlaşmıştır. Çoğu zaman çıkışı Eisenstein’ın İngilizce çevirilerinde bulmuşumdur. Ama insan keşke Rusça bilseydim diye içinden geçirmiyor da değil. Sonuçta o metinlerin hakikati orijinal dilinde saklı duruyor. Tıpkı Eisenstein’ın Japon hiyerogliflerini öğrenmek için köle gibi çalıştığını ifade etmesi gibi. “Boşa mı çabalıyorum acaba?” diye sormuş kendine tiyatro ile yoğun olarak uğraştığı zamanlarda. Ne ilginç! “Boşuna mı çabaladım? Zaman mı kaybettim?” derken; Japon hiyeroglifini “çatışma kuramı”nızın açıklayıcı temeli olarak ortaya koyuyorsunuz. İletişim biçimini sanat formuyla ilişkilendirip “işçilerin kaçışı x mezbahada kesilen boğalar” çekimleriniarka arkaya dönüşmeli olarak kurguluyorsunuz ve buumm! Tüm gözler size dönüyor. Sonrası zaten deneylerle dolu filmler ve nefis bir külliyat. Sinemada her şeyin kurgu süreciyle ilgili olduğunu katman katman işleyen çalışmalar. İşte bu noktada tekrar çeviri meselesine dönersek; zaten Eisenstein’ın düşünce süreçlerini takip ederken kendi dilinizi anlamakta da zorlandığınız zaman aşılması gereken bir basamak daha karşımıza çıkıyor. Bu nedenlerle bu metinler Türkiye’de sinema öğrencileri, akademisyenleri, araştırmacıları arasında bir muamma, sisli ormanın içinde sesini duyduğumuz ama seslenemediğimiz sadık dostumuz gibidir. Bu yine de demek değil ki çok düzgün ve açıklamalı bir çeviride kolayca anlaşılabilir. Aksine bakın Stanley Kubrick kendisine “sinema üzerine kitap okuyor musunuz?” diye sorulduğunda ne cevap vermiş: “Eisenstein’ın kitaplarını zamanında da günümüzde de okudum ama halen tam olarak anlamış değilim.”
Üstat bile böyle diyorsa kendimizi pek de kötü hissetmeyelim ve şuradan başlayalım: Diyalektik Materyalizm. Ama bir saniye… O zaman Marx ve Engels’in Hegel’den alıp yeni bir boyuta taşıdığı diyalektiğe (the dialectic) de yolculuk başlayacaktır. Kuşkusuz. Felfese mi okuyacağız? Hem de sürekli. Ama sanatın da tüm dallarına hâkim olmaya çalışacağız; en azından anlatım dillerini, yapılarını öğreneceğiniz? Neden? Çünkü Eisenstein bazen bize bir orkestra partitüründen örnek verecek bazen de Meyerhold’dan? Meyerhold? Evet Eisenstein’ın hocası. Meyerhold, gözden düştüğü, çalışma kampına sürüldüğü, adının anılması bile tehlikeli olduğu sırada, Eisenstein onun tüm belgeliğini koruması altına almış. Bu tavrı olmasa belki de bugün Meyerhold’un çalışmalarını bilemeyecektik. Kendi başına da böyle bir şeyin gelebileceğini düşünecek kadar zeki olduğundan hiç durmadan okumuş ve yazmış olduğunu tahmin etmek zor değil. Söz uçar, yazı kalır mı? Hayır tam olarak öyle değil? Kâğıt üzerinde kalan film taslağı filme çekilmediği sürece bir “şey” değildir.
Filme çekmek mi? Bugün için nostaljik bir tanım. Artık sayılarla tanımlıyoruz görüntüyü. Ama dijitalin dünyasında olsak da bir yerlerden 100 yıl önceki fikirler yol gösterici oluyor. Neden? Çünkü estetik için halen “çatışma” bize yol gösteriyor. Çünkü her şey karşıtıyla belirginleşiyor. Bu çatışmayı sanat formuna dönüştürmek, çağının tanığı olmak ama tıpkı diyalektik sürecin kaçınılmaz süreci olarak her formun bir öncekine antitez üretecek biçimde gelişimine açık olacak zihinlere sahip olarak. Yoksa Pothemkin Zırhlısı filmindeki “Odessa Sekansı”nın bugün neden halen bu kadar yol gösterici olduğunu anlayamayız. Düşünsenize; olumsuz hava koşulları nedeniyle Odessa’da kalıyorsunuz ve orada, mekânın yol göstericiliğinde yeni bir sekans yazıp, tasarlayıp çekiyorsunuz. Filmsel zamanın kontrolünün ne demek olduğunu, sinemada ritmin ne anlama gelebileceğini tanımlıyorsunuz. Bu ancak usta bir yönetmenin tasarlayabileceği bir yapıdır ve kuşkusuz bu nedenle Tarantino onu “kelimenin gerçek anlamıyla sinema tarihinin ilk yönetmeni odur” diye tanımlar. “Deli” de der onun için. “Bir Delinin Hatıra Defteri”nin yolculuğuna davet ediyorum sizi.