Doç. Dr. Berceste Gülçin ÖZDEMİR
Amerikan bağımsız sinema tarihçesindeki en önemli filmlerinden biri Slacker (1990) bana göre. Kesintisiz çevrinme hareketiyle, çizgisel olmayan anlatı evreniyle izleyiciye muazzam bir bağımsız film izleme şansı veren Slacker 1990’ların anılarını da hatırlatma görevi üstleniyor.
Karakterler, birbiriyle girdikleriyle iletişimlerle olay örgüsünü ilerletiyorlar. Her bir karakter farklı bir olay örgüsüne bağlanılmasını sağlarken karakterlerin birbirinden bağımsız oluşu durumu da filmin stilindeki çarpıcılığa işaret veriyor. Sıradan insanların (Agamben’in söylemiyle) sıradan hayatlarına gündelik yaşantının deneyimi içinde bu filmle birlikte konuk oluyoruz. Aslında konuk olurken New York’un psikocoğrafyasına da hakim olmaya başlıyoruz. Her karakter bir flaneur sanki, şehri gezen, işsiz, güçsüz, yürüyerek düşünen bazen de düşünmekten bile muzdarip, bağımsız ama kendine bağımsız karakterler… Onların girdikleri diyaloglarla bağlantılı başka bir karakterin hayatına giriyoruz ve bir karakterin gündelik yaşamından kısa bir kesite tanıklık ediyoruz. Bu esnada filmin müzikleri karakterlerle kurulan bağı güçlendirip, filmin içine seyirciyi hınzırca sokmanın deneyimi yaşatmakta. Slacker deyince kulaklarım Matthew Cang’in Skintight’ını bana mırıldanıyor ve Slacker evreninin içinde gezinmeye başlıyorum. 1990’ların rock grupları, alt-kültür mekanları ve çeşitli müziklerin ve müzik türlerinin yarattığı o ‘’kendine has, rocknroll’’ evren, Slacker ile tekrar anımsanarak ve gülümsenerek hatırlanıyor.
Linklater, öznel kamera hareketini sık kullanımıyla izleyicinin karakterle özdeşleşme meselesinde önemli bir stil belirliyor kendi sinematografisinde. Bazen bir hırsızın bazen bir katilin bazen hayata dair inancını yitirmiş bir gencin bazen de ruh hastası bir karakterin yaşamından kısa kesitlerle kamera hayatın içine giriyor. Kameranın kesintisiz devinimi ile hayatın akışının içinde kendimizi buluyoruz. Gündelik hayat pratiğinde çok uzun geçen zamanların film seyri içindeki kısa ‘’an’’larına tanıklık ediyoruz. Gündelik yaşam ritmindeki hızlı akış veya bazen akmayan akışın ritmini anlama çabasına girişiyoruz. Her birimizin hayattan aldığı zevk ile zamana verdiğimiz değer ya da değersizlikle bir anda ilişkileniyoruz. New York’un her sokağı, Amerikan kapitalizminin izini somut olarak gösteriyor diğer yandan. Yönetmenin metafor kullanmak yerine direkt göndermelerde bulunduğu politik söylemleriyle karşılaşıyoruz. Karakterler arasında geçen diyaloglarda dünyayı aslında bir avuç insanın yönettiğinden tutun da paranın değerini belirleyenlerin belli bir zümreye ait olduğu gerçeği, kapitalist sistem içinde ezilen ve sömürülen alt sınıfların talihsiz hayatları ve tabii ki sunulan alt-kültüre dair göstergeler…. Her şey apaçık ifşa ediliyor. Bazen bir film afişiyle bazen bir karakterin izlediği filmden bir sahneyle bazen de bir karakterin giydiği tişörtte yer alan film karesinden yönetmenin zihinsel evrenine ortak olup nelerden etkilendiği hakkında da fikir sahibi olabiliyoruz. Etnografik belgesellerin öneminden, kameranın bir organ gibi yönetmenle kurduğu yakın bağdan izleyici olarak memnun oluyoruz. Gerçeklikler ve gerçeğin ardındaki hakikate erişiyoruz. Ve gerçeklikle hakikat arasındaki o ince çizgide salınan kavramlar, olgular, şeyler zihnimizin bildiklerini sorgulamamıza olanak veriyor.
Elinde kamerasıyla kameraya konuşan karakteri çeken başka bir karakteri gördüğümüzde yönetmenin özdüşünümselliği filmin içinde eritmesinin keyfine varıyoruz. Meta-sinema gerçekliğinin aslında deneyimlere ait hakikatleri nasıl gösterdiğini tekrar anlamlandırıyoruz. Filmin kapanışında süper 8mm’lerle birbirini çeken karakterler eşliğinde grenli görüntülerle imajların saf doğasına ulaşıyoruz. Belki de Deleuzeyen bir zihinsel evrenin gerçekliğini göstermek istiyor yönetmen bize…
Diyaloglardan diyaloglara geçerken henüz kafamızda düşündüğümüz diyalog çemberinin sorgulanan sualleri bitmeden başka bir konunun sorunsallarıyla boğuşuyoruz. Acaba tembellik hakkını (La farge’a referansla) içselleştirmeli miyiz? Tembellik hakkımız mı? Varolan sistem (Amerika’nın içinde var ettiği sisteme dair) bizi köleleştiriyor mu? Gerçek olan nedir hayatımızda? Sıradan insanların sıradan hayatları mı daha yaşanılır kılıyor hayatı ve daha fazla soruyla filmsel zamanın içinde kayboluyoruz. Ama şunu bir sinefil olarak hissediyorum ki Linklater tüm samimiyetiyle filmi yapmış. Hatta filmi yapmaktan ziyade filmin içinde sorguladığı tüm soruları tekrar mizansenlerle birlikte sorgulamaya tabi tutmuş. Bağımsızlığın bağımsızlığını ortaya çıkarma çabası da değil bu, Linklater, Slacker ile saf film üretiminin nasıl gerçekleşmesi üzerine kafa patlatmış. Amerika’nın safi emperyalizmi içinden sıradan insanların sıradan yaşantılarıyla kendine özgü film stiliyle izleyiciye bir şey sunmaya çalışmış ve başarmış da.
Slacker, tüm zamanların en samimi filmlerinden biri, tekniğindeki çağdaş anlatı sineması uylaşımlarını kullanması bir yana içeriğinde var ettiği söylemler ve göndermeler çok şey bağırıyor, söylemiyor, bağırıyor…
Teşekkürler Linklater!