Haber: Tuğçe AYÇİN
İnsanlık tarihi; her dönemin, kendine özgü koşullarıyla zamanın ruhunu yeniden yarattığı deneyimlerle dolu. Bu deneyimler kimi zaman insanların kendi gerçeklikleriyle bütünleşirken kimi zaman da çelişkiler yaratan bir kısır döngüye dönüşebiliyor. İçinde bulunduğumuz çağda; teknolojinin son sürat yükselişine tanık oluyoruz, “dijital çağ” diye de adlandırıyoruz bu zaman dilimini. Mesafeler kısalıyor, zamandan tasarruf artıyor, iletişim pratiklerimiz teknolojinin pençesinde yepyeni boyutlar kazanıyor. Yani “insanın faydasına” diye iddia ettiğimiz sayısız gelişme birbiri ardına sıralanıyor. Peki faydamıza olduğunu düşündüğümüz bunca gelişmenin karşısında yaşadığımız yalnızlık, umutsuzluk ve yabancılaşma neden kaynaklanıyor? Kendi gerçekliğimizden koparken hangi gerçeklikleri kabulleniyoruz? Bunun çıkış yolu nerede? Tam da bu noktada, içinde bulunduğumuz dünyanın iletişimsel olgularla ilişkisini anlamaya çalışan, gerçek olmayan gerçeklikleri kabullenmemiz karşısında bizlere umut aşılayan bir eseri konuşacağız. Üstelik bunu Atatürk, Pál Sokağı Çocukları, Süpermen, Abdülcanbaz gibi ilham veren tarihi ve edebi karakterlerle, olaylarla, olgularla ve bir miktar da kehanetlerle bizlere aktarmaya çalışan bir eser… Ki bu kehanetler öyle sandığımız kadar ütopik şeyler de değil; kanlı canlı tanık olduğumuz, tam da şu anda hayatımızın merkezinde yer alan bir kehanet mesela… İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Uğur Gündüz, Kafka’nın gerçeklik algısından yola çıkıyor ve zamanın ruhunu geçmişle bağdaştırarak analiz ediyor. İlk bakışta aralarında ortak bir nokta göremediğimizi sandığımız birçok ilginç konuyu, bütünselliklerini keşfetmekten heyecan duyacağımız yanlarıyla “Kafkaesk Zamanlar” adlı kitabında anlatıyor. “Umut her zaman var olmalı” diyor Prof. Dr. Gündüz. Biz de kendisine “Kafkaesk Zamanlar” ile ilgili merak ettiklerimizi soruyoruz:
“BU ÇAĞDA TEK BİR GERÇEKLİK YOK…”
Kitapta, “Kafkaesk” ifadesinin, Kafka’nın romanlarında ortaya koyduğu gerçeklikten kopuş ve gerçek olmayan bir gerçekliği kabullenme halini ifade ettiğini söylüyorsunuz. Kitabın içeriği de bu temelde şekilleniyor. Kafkaesk ifadesini biraz açar mısınız? Neden “Kafkaesk” zamanları yaşıyoruz?
Yaşadığımız değişim ve dönüşümlerle birlikte zamanın ruhunun insanlığa ve gündelik hayatımıza dayattıkları bizi bu kavramla baş başa bırakıyor adeta. 2016 yılında Oxford sözlüğünün yılın kelimesi seçtiği Post-truth (gerçeklik ötesi) kavramını da buna ekleyebiliriz. Bundan sadece 1-2 yıl öncesine kadar tüm dünyanın evlerinde zorunlu/gönüllü hapis kalacağını söyleseydik insanlar muhtemelen buna gülüp geçerdi. Cerrahi maskeler, dezenfektan ve kolonyalar gündelik hayatın temel bir unsuru haline gelmiş durumda. Gerçek olamayacak kadar tuhaf, gülünç hatta grotesk denebilecek olayları da içeren bir kavram Kafkaesk…Bu çağda tek bir gerçeklik yok artık, algı, algıların yönetimi ve iletişimin farklı biçimleri başta dijital dünya olmak üzere ön planda…Zamanın ruhunu da çok iyi yansıtan bir kavram olduğunu düşünüyorum…
Kafkaesk Zamanlar’da; televizyon dizilerinden çizgi romanlara, popüler kültürden kent sosyolojisine kadar birçok farklı konuyu ve bunun yanı sıra Atatürk, Pál Sokağı Çocukları, Abdülcanbaz, Süpermen gibi pek çok tarihi ve edebi kişiliği bir arada görüyoruz. Farklı gibi gözüken bu başlıkları ortak bir bakış açısından yakalayarak bütünlüklü bir okuma yapabiliyoruz. Bu başlıkların bir araya gelmesi ve böyle bir içerik oluşması konusunda nasıl bir yaklaşımınız oldu?
Aslında kişisel anlamda sevdiğim, ilgi duyduğum karakterler, olaylar ve eserlerin zamanın ruhu bağlamında bir bütünlüklü okuma dâhilinde bizi bir yerlere ulaştırabildiğini fark ettiğim anda böyle bir kitap yazma fikri bende oluşmuştu. Zamanın ruhunu biraz da geçmişle bağdaştırarak analiz etmek ve arka planını insanlara anlatmak, bunu yaparken de mümkün olduğunca akademik perspektiflere derinlikli dalmadan, gündelik okumaya da uygun bir tarz yakalamayı amaçlayan bir denemeler bütünü böylelikle ortaya çıkmış oldu. Dijital çağda yalnızlaşan ve yabancılaşan, yükselen değerler karşısında bocalayan ve değerlerler erozyonunda mutsuz olan bir insan tipolojisinin bu kitapta anlatmaya çalıştığım tarzda bir umuda ihtiyacı var. Edebiyat, tarih hatta çizgi romanlar ve popüler kültür bazen bireye bu güdüyü sağlayabiliyor…
2018’DE GERÇEKLEŞMİŞ PANDEMİ ÖNGÖRÜSÜ
Kitabın henüz ilk sayfalarında, dünya olarak içinde bulunduğumuz sürece yönelik çarpıcı bir öngörüyle karşılaşıyoruz. Bir taraftan Kafka’nın neden “21. yüzyılın kâhin yazarı” olarak değerlendirildiğini okurken diğer taraftan da sizin bir “kehanetiniz” dikkatimizi çekiyor: “Bir sabah suçsuz yere ansızın tutuklanabileceğiniz gibi, böceğe dönüşmeseniz bile sebebi bilinmeyen salgın hastalıklar ve tıbbın çaresiz kaldığı bilinmeyen virüsler sizi böceğe dönüşmekten beter edebilir…” Küresel salgın gündemde bile değilken, henüz 2018 yılında ortaya koyduğunuz bu öngörü hakkında değerlendirmeleriniz nelerdir?
Kafka’nın yaşadığı dönem ve coğrafya; ötekileşmeyi, yabancılaşmayı ve vahşi kapitalizmin yaklaşmakta olan ayak seslerini hissettiren bir ortam için uygundu ve bunları kalemine yansıttı. Ekonomi, hukuk sistemi ve toplumsal sorunlar tıpkı yüz yıl önce olduğu gibi bugün de gündemde…Küresel anlamda yaşanan bu bocalamanın ekolojik ve biyolojik etkilerinin yaşandığı bir döneme denk geldik. 1918 küresel İspanyol gribi pandemisinin yüzüncü yıl dönümünde yayınlanmıştı kitabım, yani 2018’de…Yüz yıllık döngüler, dönüşümler dünyanın gidişatı hakkında az çok tahminler yürütmenize olanak sağlıyor diyelim…Dönemin ruhunu anlatan biyoloji ve dijital dünya anahtar kelimelerini bir araya getirince bu tahminleri yürütmek zor değil…
Kafkaesk Zamanlar’da çizgi roman örneklerinden karikatürlere, tarihi fotoğraflara kadar zengin bir görsel içerikle de karşılaşıyoruz. Práter Sokağı ve Kiev Ulusal Tarih Müzesi’nde çekilmiş, sizin arşivinize ait fotoğraflar dikkatimizi çekiyor. Ve kitabın oldukça ilginç bir kapak tasarımı bulunuyor. Kafkaesk Zamanlar’ın görsel boyutu hakkında neler söylersiniz?
Kitabımın kapak çalışmasında yayınevimiz Kanon’un çok değerli katkılarıyla hazırlanan siberpunk temalı bir grafik de var, siber kültürle bağlantılı çok yaratıcı hazırlanmış bir kapak tasarımı oldu. Hatta kitabımın ilerleyen bölümlerinde İstanbul Üniversitesi’nin meşhur ana giriş kapısı imgesinin de kentin anıtsal yapılarından ve hafıza mekânlarından biri olduğundan da bahsettiğim bir bölüm var. Görsel kültür ilk çağlardan beri insanlığın beslendiği bir alan, matbaa sonrasında bunun yükselişi, Rönesans’la birlikte zirveye ulaşması söz konusu. Dijital çağda görselliğin hâkimiyetini görmezden gelemeyiz, zamanın ruhunu kavramak için anlatıların görsellerle desteklenmesi gerektiğinden hareketle kitabımda yeri geldikçe görsellere de yer vermeye çalıştım.
“UMUDUNU YİTİRENLERE UMUT AŞILAMAK ZORUNDAYIZ”
Kitapta, Kafka’nın umutsuzluk girdabında sürüklenerek kadere teslim oluşuna ve Atatürk’ün bezgin düşmüş bir halkı yeniden ayağa kaldırırken ortaya koyduğu mücadeleye dikkat çekiyorsunuz. Günümüzün “umutsuz” insanı geleceğe yönelik doğru bir yol haritası için edebiyat, tarih gibi disiplinlerle nasıl bir ilişki kurmalı?
Edebiyat ve tarih arasındaki ilişki organiktir ve halen sürmektedir. İnsanlığın bocalama evrelerinde her zaman yol gösterici olmuştur. Tarih önemli bir bilim olarak geçmişi bilerek bugünü anlamamıza yol açar, geleceğe dair yol göstericidir. Edebiyat insanı anlatır, umudunu yitirenler için de esin kaynağıdır. Dersler çıkarmak, doğru adımlar atmak ve umudunu yitirenlere umut aşılamak zorundayız. Umut vermesi gereken kesimler mesela; siyaset, akademi, sivil toplum, belediyeler ve bütün bir devlet yapısı…İnsanlığın umuda ihtiyacı var ve seferberlik için tam da uygun bir zaman gibi görünüyor…
Kafka’nın eserlerinde ön planda yer alan “çıkış yolu” arayışını nasıl yorumluyorsunuz?
Yaşadığı çağa ve ortaya koyduğu profile bakacak olursak 1. Dünya Savaşı döneminin çalkantıları ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde Prag, Viyana gibi imparatorluk mirasına sahip köklü şehirlerde yaşayan, Almanca konuşan ve yazan bir Musevi birey…Çeklerin, Almanca yazması nedeniyle kendilerinden görmediği, Avusturyalıların dini aidiyeti nedeniyle benimsemediği bir yazar. Ötekileşme ve yabancılaşmayı yaşarken hissetmek ve yapıtlarına yansıtmak bu durumda çok normal. Konjonktürel olarak dünya o zaman da çok çalkantılıydı ve herkes bir çıkış yolu arıyordu. İnsanlık aslında tarihin birçok döneminde bunu yapıyor ve muhtemelen yapmaya da devam edecek…İçinde bulunduğumuz çağın da bir metafor kullanacak olursak dijital Kafkaları pekâlâ olacaktır diye düşünüyorum…
Kafkaesk Zamanlar’da dikkat çeken bir diğer nokta; popüler kültürde medyanın, bireylerin gereksinimlerini ve arzularını tatmin etmektense, onları sömürme ve vasatlığı överek sıradanlığı yüceltme özelliğine yaptığınız vurgu. Bu bağlamda popüler kültürün yarattığı medya iletilerine ve imgelerine yaklaşım konusunda nasıl bir bilinç geliştirilebilir? Özellikle de yeni iletişim teknolojileriyle beraber medya okuryazarlığının daha işlevsel hale getirilmesi için neler yapılabilir?
Tüm dünyada hemen her alanda bir kısırlaşma ve nitelik sorunu yaşandığı kesin…Yükselen değerler ve değerler erozyonu dediğimiz şey de tam buna karşılık gelen kavramlar…Dünya, kendini anlatacak ve yeni paradigmalara yön verecek düşünür, filozof bile bulma konusunda sıkıntılı bir yer şu günlerde…60’lı-70’li yılların teknolojisinden oldukça ilerideyiz ama düşünsel iklim, yazar-düşünür-edebiyat seviyesi ve niteliği olarak ciddi bir kısırlık içindeyiz. Hem dünya hem Türkiye ölçeğinde bu böyle maalesef…Bireyin medyanın değiştiği, dijitalleştiği bir dünyada farklı okuma ve analiz becerilerine sahip olması da artık bir zorunluluktur diye düşünüyorum. İnsanları, kitleleri bu denli etkileyen bir yapı varken insanlığı kendi kaderine terk edip olayları akışına bırakamazsınız. Ancak meselenin sadece kuru kuruya okullarda medya okuryazarlığı dersi vererek geçiştirilemeyecek kadar da derin olduğunu düşünüyorum. Bilimsel kurullar oluşturulması, yeni ve özgün politikalar geliştirilmesi ve hazırlanacak programlarla uzun vadeli devlet ve eğitim politikalarıyla kazanılacak bir kültürel birikim oluşturulması gerekiyor…Zaten bu seviyede bir çalışmanın geri dönüşünü almak bile en az on yıllık bir zaman dilimini içerir…Çok çalışmak gerekiyor bu konuda treni kaçırmadan…
“GAZETECİ, TOPLUMU BÜTÜNÜYLE HİSSETMELİ”
Kitapta George Orwell’in, özgürlüğün yazı ile ilintili olduğuna yönelik görüşünü hatırlatıyorsunuz. Orwell’in “Özgürlüğü yok etmek isteyen bürokratlar kötü konuşur, kötü yazarlar; anlamın kaybolduğu cümlelere sığınırlar. Her yurttaşın, özellikle de gazetecilerin görevi, bu tür cümle ve sözcükleri yakalayıp bunlara karşı savaşmaktır” ifadesinden yola çıkacak olursak ve “Kafkaesk Zamanlar”ı yaşadığımızı düşünürsek; bir gazetecilik hocası olarak, meslek ilkeleri ve toplumsal sorumluluk bağlamında gazetecilere düşen görevler hakkında neler söylersiniz?
Orwell de gazetecilik yapan bir isimdi ve bir yazar olarak kitaplarının da yol gösterici ve ilham verici olduğunu düşünüyorum. Genç gazeteci adaylarının meslek ilkelerine bağlılık ve toplumsal sorumluluğa sahip, alanında hâkim ve yetkin bireyler olarak yetişmesi gerektiğini savunmaktayım. Derslerimde de öğrencilerime bu hassasiyet doğrultusunda yaklaşıyorum. Doğruluk, dürüstlük önemli bir erdem, günümüzde sık rastlanmamaya da başladı ne yazık ki… Önceliğimiz gerçeğe ulaşma ideali olmalı ve içinde yaşadığımız toplumu bütünüyle hissetmeli ve anlamalıyız…Bu özellikler olmadan zaten olmaz.
“BIG BROTHER ARTIK İÇİMİZDE”
Güvenlik kameralarından cep telefonlarına, kredi kartlarından bilgisayarlara kadar birçok teknoloji tarafından gözetlendiğimiz ve izler bıraktığımız bir çağı yaşıyoruz. Son dönemlerde WhatsApp gizlilik sözleşmesi gibi meselelerle yeniden gündeme gelen tartışmalara şahit olduk. Bütün bunları değerlendirdiğinizde; sizce George Orwell’in iddia ettiği gibi Big Brother’ın gözü bizde mi, yoksa Aldous Huxley’nin öne sürdüğü gibi, bireyler, düşünme yetilerini pasifize eden teknolojilere adeta taparak Big Brother’a gerek bile bırakmıyor mu?
Orwell ve Huxley de tıpkı Kafka gibi önemli kehanetlerde bulunan yazarlardı. Big Brother’ın gözü artık üzerimizde değil o zaten içimizde diyebiliyor duruma geldik yaşadığımız çağda…Huxley‘nin teknolojik determinizmle açıklanabilecek öngörülerinin etkilerini maalesef ki fazlasıyla hissediyoruz. Okuma alışkanlığının ve yetisinin yitirilmeye başlanmasını önemli bir tehlike olarak görmekteyim. Okuma eylemi insanlığın düşünme becerisinin ana itici gücü ve adeta kalbidir. Bunu kaybedersek teknoloji bizi esir alabilir ki zaman ve mekândan bağımsız bir işgali fazlasıyla yaşıyoruz özellikle şu içinde bulunduğumuz pandemi döneminde…Bu tehlikeyle mücadele edilmesi ve okuma alışkanlığını çocuk yaşlardan itibaren kazandırmamız lazım toplumumuza…
“OKUMAK YOLUMUZU AYDINLATIR”
Kitabın önemini ve literatüre katkılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kitabımın salt akademik bir dille hazırlanmadığı ve genel okuyucu kitlesine yönelik de bir nitelik taşıdığını söylemem gerekir. İçinde yaşadığınız dünyayı, hayatı ve iletişimsel olgularla ilişkisini anlamak gibi bir iddiası da var, içinde bir miktar gerçekleşmiş kehanet de taşıyan bir kitap…Kitabın tanıtım metninde de ifade ettiğimiz ilgi çekici konular ve birbirleriyle ilgisiz gibi görünen konuların aslında birbiriyle ne kadar ilintili olduğunu görmekten okurun da kitabın yazarı olarak benim kadar keyif alacağını düşünüyorum…Mesela Pál Sokağı’nın fakir ama onurlu çocuklarının kentsel dönüşüme neden karşı olduğu, seksenli yıllardaki Beyaz Gölge dizisini izleyen çocukların basketbol oynama arzusunun sebepleri, Chuck Norris, Karl Marx ve popüler kültür bağlamındaki toplumsal hiyeroglif ilişkisinin nasıl kesiştiği, Süpermen ve süper kahraman ideolojisinin hayatlarımıza etkisi, yerli ve milli çizgi roman kahramanımız Abdülcanbaz’ı tanımanın ve anlamanın önemi, bir dönem bilgisayar oyunlarına neden kısaca Atari denildiği, Kafka ve eserlerinde anlattığı yabancılaşma duygusunun tedirgin edici kehanetleri, sosyal medyada maruz kaldığımız etki ve manipülasyonların popüler kültürün etki sondajıyla harmanlanarak zihinlerimize neleri yerleştirdiği, George Orwell’in 1984 romanının aslında 1949 yılında yazıldığı ve ‘Büyük Birader’in bugün bizi gerçekten gözetlediği gerçeği gibi bir dizi başlıklar silsilesiyle kitabımda merak uyandıran ve keyifli bir yolculuğa çıkmak mümkün…
Eklemek istedikleriniz nelerdir?
Umut her zaman var olmalı, okumak bize bu mücadelede yol gösterir ve yolumuzu aydınlatır…Her zaman okuyalım ve okutalım diyorum…